Maalesef her tarafımızın şiddet ve zorbalıkla çevrili olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Çocukların yaşadığı akran zorbalığı da bunlardan biri. Sürekli korumaya çalışarak, zorbalıkla başa çıkmalarına yardımcı olamayız. Kendilerini nasıl koruyabileceklerini ve yapılabilecekleri göstermek zorundayız. Tabii ki kilit nokta, aradaki güven ilişkisi. Sevgili @okuyankoalam ekibi, Ezik Kokarca kitabını yollamış. Çok teşekkürler, hemen okudum. Her ebeveynin önce kendi okuması, sonra da çocuğuyla okuması gereken bir kitap. Bu haftaki önerim olsun.
Zeynep İşman
Her bebek kullanım kılavuzu ile dünyaya gelse, hayat ne kolay olurdu! Özellikle çocuğumuzun bizden uzaklaştığı hatta bizi beğenmediği ergenlik yıllarında bir kullanım kılavuzu olsa, şahane olmaz mı? Korkulu rüya ergenlikle ilgili aklımdaki tüm soruları Prof. Dr. Sinan Canan’a sordum, anlattıkları bu zorlu yolda ebeveynlere rehber olacak.
Ergenlerin kafası karışık, aileler tedirgin, herkes gardını almış, ortalık sanki savaş alanı. Bir de onları bekleyen pornografi tuzağı var ki… Aileler ne yapacağını bilemiyor. Beyin ve sinirbilim üzerine araştırmalar yapan Üsküdar Üniversitesi öğretim üyesi, fizyolog Prof. Dr. Sinan Canan, “Şu an internetin çok ciddi bölümü pornografik içeriklerden oluşuyor. Çocukların buna ulaşması da çok kolay. Bu konu ergenler için el bombası gibi. Sapkınlığa giden her türlü uyaran, ergen beynini bloke ediyor” diyor.
– Ergenlik döneminde beyinde neler oluyor? Neden bu kadar sancılı bir süreç?
Ergenlik dediğimiz mesele insan hayatında her şeyin değiştiği, zihinsel donanımın baştan aşağı şekillendiği çok özel ve önemli bir dönem. Biyolojimizi çok iyi bilmediğimiz için bazı şeyleri, kapris ya da şımarıklık olarak görebiliyoruz. Ergenlik döneminde, anne karnından itibaren çok hızlı gelişen beynimiz, başka bir etaba giriyor. Düşünebilme, hazzı erteleyebilme, risk alabilme, varsayımlarda bulunma, sosyal kontrol gibi yüksek zihinsel işlevleri sağlayan beynin ön tarafı hızlı çalışmaya başlıyor. Anne baba onayı yetmiyor, çevreden onay alma ihtiyacı doğuyor. Yani bu dönem hayatı öğrendikleri ve kendilerini buldukları bir dönem. O nedenle bu dönemde aile ile çatışma şart. Ailesiyle hiç sorun yaşamayan, tepki göstermeyen çocukların sorunu olduğunu düşünebiliriz.
– Ergenlik dönemi neden bu kadar uzadı?
3 temel sebebi var. Aşırı korumacı aile tutumları, çok erken başlayan cinsel uyarımlar ve aşırı beslenme. Ergenliğin erkeklerde 40’lı yaşlara kadar devam ettiğine dair araştırmalar var.
Birey olma çabası
– Bir araştırmada ergenlik dönemini aileden uzakta geçiren ergenlerin daha özgüvenli ve hayata daha sağlam başladığını okudum. Doğru mu bu?
İnsan hayatta kalmak için aile kurması, yeni gıda ve yaşam alanları bulması gerekli bir tür. Doğamızda bu olunca, ergenlik dönemine giren bir birey, ailesinden ayrılma ve kendi yolunu çizme konusunda bir güdüye ihtiyaç duyuyor. Bu çatışmanın temelinde gencin birey olma çabası yatıyor. 40 yaşına geldiğinde bile sırtına hırka koyan bir annesi ya da tüm işlerini halleden bir babası var ise bu bireyleşme süreci bitmiyor. Travmatik olmadan, isteyerek ailelerinden uzakta ergenlik geçiren çocuklar, hayata çok daha sağlam başlayan, kararlarının arkasında daha rahat durabilen yetişkinler oluyor.
– Ailelerin güvenlik kaygıları var ama?
Bir genç hayatı denemeden, birebir riske girmeden öğrenemez. 14 yaşında bakkala gitmemiş, hep korunan çocuklar, ileride oluşacak kriz durumlarında çok büyük yıkım yaşıyorlar. İnsanoğlu adaptasyon yeteneği olmazsa hayatta kalamaz. Beynimizi zorladığımızda beynimiz, kaslarımızı zorladığımızda kaslarımız gelişiyor. Aç kaldığımızda beden kendini onarmaya başlıyor. Stres durumunda beyin büyüme hormonu salgılayıp destek oluyor. Zorlanmaya ayarlanmış bir biyolojimiz var. El bebek gül bebek büyütmek biyolojimize aykırı. Çocukların doğal riskler almasına izin vermeliyiz. Biyoloji ile savaşırsak, kaybetmeye mahkumuz. Böyle giderse insan türü riske girecek.
– Gençlerin cinsel içeriklere bu kadar kolay erişebiliyor olması neler getirecek?
Şu an internetin çok ciddi bölümü pornografik içeriklerden oluşuyor. Normal erotizmden çok hızlı ve kolay bir şekilde sapkın ve suç oluşturabilecek içeriklere ulaşabiliyor gençler. Sapkınlığa giden her türlü uyaran, ergen beynini bloke ediyor. Cinsel fonksiyon bozuklukları, gençlerin beynine fiziksel olarak hasar veriyor, karşı cinsle ilişkisini bozuyor, beden algısını çarpıtıyor, yetersizlik hissi doğuyor. Yasak taraftarı değilim ama bu konu acil ele alınmalı. En önemlisi de çocukların bu konuda bilinçlendirilmesi gerekli. Aileler tarafından her yaş çocuğa uygun cinsellik anlatılabilir. Gerekiyorsa korkutsunlar çünkü bu konu el bombası gibi.
“Eksikliklere odaklanıyoruz”
– Ergenler neden hep mutsuz ve memnuniyetsiz?
Bugün hepimiz bizde olmayan şeylerin peşinde koşarak güdüleniyoruz. Şu anın nimetlerini yaşamadan sürekli koşturma ve yetersizlik halindeyiz. Elimizde var olanlara değil, eksikliklere odaklanıyoruz. Aynı şeyi eğitimle gençlere yapıyoruz. Hep üzerlerine bir şey eklemek gerektiğini düşünüyorlar ve bu durum, gençlerin birey olma yolculuğunda kalıcı bir kaygıya sebep oluyor. Hep dışardan onaya ve fikre ihtiyaç duyan gençler oluyorlar. Bu açıdan bakınca gençlerin durumu hiç iyi değil. Bizler böyle değildik.
“Dijital cihazlar konusunda katı kurallar şart”
Dijital bağımlılık çağımızın en büyük problemlerinden biri. Üstelik ergen beyninin bunlarla başa çıkacak donanımı yok. Anne babalar çocuklarına dijital cihazların kullanımı konusunda katı bir kural uygulamak zorunda. İdeal olan 7 yaşına kadar çocuğu bir cihazla baş başa bırakmamak. Ama bu çağda çok mümkün gözükmüyor. En azından ergenlik çağına gelene kadar dijital cihazlara programlı bir sınır koymak gerekli. Aksi takdirde çocukların kendilerini koruyacak beyin bölgeleri gelişmeyecek.
Ergenlik yılları için kullanım kılavuzu:
1- Her anne/baba kendi ergenlik döneminden hatırladıklarını yazsın.
2- Anlamaya çalışmak.
3- Formüllerden uzak durmak.
4- Geçici çözümlerden uzak durmak.
5- Koşulsuz sevgi vermek.
6- Kendimize çekidüzen vermek.
7- Bizim gibi olmayan, biyolojik ayarlarına uygun, yeterli birer birey olmalarına destek olmak.
8- Sözlerimizle değil, davranışlarımızla anlatmak.
9- Aşırı disiplin uygulamamak.
ZEYNEP İŞMAN
https://www.milliyet.com.tr/pembenar/zeynep-isman/pornografi-ergen-beynini-bozuyor-2692953
Geçtiğimiz günlerde hepimizi kahreden yavru köpeğin ölüm haberinin üzerine, her gün farklı bir hayvana şiddet haberi geliyor. Ya tecavüz, ya işkence ya yaralama. Delirmemek mümkün değil.
Hayvana şiddet insanın olduğu her yerde var maalesef. Ama Türkiye, araştırmalar net olmasa da, bu konuda başı çeken ülkelerden biri.
Bir insan neden bir hayvana şiddet uygular ya da tecavüz eder?
Sosyopatlık psikolojik bir bozukluk olarak tanımlanır. Sosyopatların vicdani sorumluluk ve empati duyma yetileri yoktur. En belirgin özelliklerinden biri de hayvanlara zarar vermeleridir. Hayvana zarar veren, çok kolay insana da zarar verir. Bana göre hayvana eziyet edenle, çocuk istismarcısının hiçbir farkı yok. Hep kendinden küçüğe ve acize yönelen, karşı koyamayacak olana zarar veren tipler. Aslında özünde çok korkan olan, kişilik gelişimi tamamlanamamış zavallı mahluklar.
Peki bir insan neden sosyopat olur?
Bunun tek bir nedeni yok. Pek çok neden ve pek çok yaşam olayı belirleyici olabilir. Hatta çevrenin etkisi kadar, genetik faktörler üzerinde duran çalışmalar da var. Ama şunu söyleyebilirim ki; çocukluğunda şiddet ya da istismar gören herkes yetişkinliğinde sosyopat olur, aynısını başkalarına yapar diye bir kural yok.
Hukuk sisteminin acil olarak bu gidişata dur demesi gerekli. Çok ciddi cezalar getirilmeli. Bu nedenle sesimiz kısılana kadar bağırmalıyız. Biz anne/babaların ise yapabileceği tek bir şey var. Merhametli ve vicdanlı çocuklar yetiştirmek! Önce kendine, sonra da tüm canlılara saygı duyan, birini sevmese bile ona zarar verme hakkının olmadığını bilen çocuklar. Saygı da öyle kolay kazanılmıyor. Ta en küçüklükten, anne/babamdan görerek öğreniyorum önce kendime sonra başkalarına saygıyı.
Gelişmiş Avrupa ülkelerinde hayvan sahiplendirdiğiniz zaman, sosyal hizmet görevlileri, tıpkı çocuk evlat edinmede olduğu gibi, düzenli ev kontrollerine geliyor. Ailenin maddi durumuna, ev ortamına bakıyor. İşte yaşama saygı böyle olur!
Hayvanat bahçelerine karşıyım, çocuğumu da götürmüyorum. Ancak kısa bir süre önce gittiğimiz Danimarka seyahatinde, yoğun ısrar sonucu Givskud Hayvanat Bahçesi’ne gittik. Hayvanların hepsi serbestti. İnsanlar için çok sıkı kurallar vardı ve belli alanlara girişe izin vardı. Ailelerin ve çocukların, hayvanlara saygısı inanılmazdı. Hayvanlar yoldan geçerken durup beklemeleri, gürültü yapmamaları… Neden biz bunu yapamıyoruz? Bu değer sistemi ne zaman bu kadar çürüdü?
Bu bir hayvan meselesi değil. Bu hayata bakış, yaşama, canlıya saygı meselesi. Tıpkı kadın cinayetlerinde rahmetli Özgecan Aslan’ın bir sembol olması gibi, umarım o zavallı yavru da bir kilometre taşı olur ve artık canlıya en ufak bir şiddet, hukuk sisteminde cezasını bulur.
*Görsel, HAYTAP sitesinden alıntıdır.
Zeynep İşman
İletişim Uzmanı/Ebeveyn Koçu
https://www.instagram.com/birliktebuyuyoruz/
Kumkurdu’nu bilenler? Biz Kumkurdu serisini Derin’le geçen yıl okumuştuk. 3 kitaptan oluşuyor. Yazarın hayal gücü, olaylara hem çocuk, hem ebeveyn dünyasından bakışı hayranlık verici. Tatil bahanesiyle yanımıza almıştık ve yeniden başladık okumaya. Mutlaka tavsiye ederim. Okuma bilen çocuklar için de bir başucu kitabı.
Sokakta oyun döneminin bitmesi, çalışan annelerin sayısının artması, çocuğun bakımını paylaşacak insan sayısının azalması, güvenlik kaygıları, bütçesel engeller derken aileler için yaz tatilleri kabus haline geldi. Tatiller; çocuk zamanını organik olarak dolduramadığı için, çocuğun zamanını doldurmaya çalıştığımız uzun bir zaman dilimi bizim için.
Okul olmadığında zamanını nasıl değerlendireceğini bilemeyen bir nesil var. Hal böyle olunca çare teknolojiye sarılmak oluyor. Peki ne yapacağız?
Çocuğum sıkıldım diye geldiği zaman ne hissediyorum?
Anne/babalar bu soruya genelde “sinirleniyorum” ya da “panik oluyorum” diyor. Çünkü kendimizi boş alanları doldurmaktan sorumlu hissediyoruz. Tabii zamanın ruhunun da bunda payı büyük. Biz de hiç boş kalmıyoruz. Boş kalmak nasıl bir şey unuttuk belki. Pek çok yetişkin zamanını yönetememekten şikayetçi. Bu durum çocuklara da küçüklüklerinden itibaren yansıyor. Zaman planlaması yapmayı öğrenemiyorlar çünkü ebeveynler bunu çocukların yerine yapıyor.
Yaz tatillerini planlarken mutlaka çocukları da işin içine katmalıyız. Çocuğumuzun yaşına uygun olarak, onun da fikirlerini ve isteklerini dinlemeli, demokratik bir şekilde tüm tatili planlamalıyız.
İhtiyaçları karşılamak önemli
Hepimizin olduğu gibi çocukların da öncelikli ihtiyaçları var. Ailesi ile kaliteli zaman ihtiyacı, oyun ihtiyacı, arkadaşları ile sosyalleşme ihtiyacı, enerjisini atma ihtiyacı, yalnızlık ihtiyacı, hayal kurma ihtiyacı gibi… İhtiyaçları karşılanmayan çocuk, çağın gerçeği olarak, en hızlı ve kolay çözümü seçiyor ve televizyona, tablete sarılıyor. Eğer bugüne kadar her sıkıldığında oyalanması için çocuğuma telefon/tablet verdiysem, yaz tatili gelince bu alışkanlık birdenbire değişmiyor.
Tatili nasıl planlayacağız?
Bir akşam tüm aile oturun ve tatil konusunu gündem yapın. Herkes isteklerini ve ihtiyaçlarını söylesin. Fikir söylemek serbest olsun. Bunları bir kağıda ya da tahtaya yazın. Sonra koşullarınıza göre eleme yapın ve kalanları bir takvime oturtun. Tüm bu süreçte baskın olmayın, her zaman çocuğunuzun da söz hakkı olsun. Çatışmaların olması çok doğal, endişelenmeyin. Bu sayede çocuklar demokratik bir müzakereyi öğreniyor. Ekran zamanlarını çocuğun yaşına göre belirleyin. Önceliğinizde oyun oynamak hep olsun.
Bu şekilde planlama yapmak neden önemli?
Tatilleri bu şekilde planladığımızda, tüm ailenin birlikte karar verdiği demokratik bir süreç işlemiş olur. Çocuklar da birey yerine konulup dinlendiği için, size problem çıkarma olasılıkları azalır. İş birliği yapmayı modellemiş olurlar. Çatışmanın da geliştirici olabileceği gözlemlenir. Müzakere yetenekleri gelişir. Hayatlarına dair insiyatif almayı öğrenirler. Zaman planlaması yapmayı pratik ederler. Başkalarının fikirlerine de saygı duymayı öğrenirler.
Kurallar önden net olursa tüm yaz rahat edersiniz.
Son olarak her boş vakit doldurulmak için değildir. Unutmayın, hepimizin boş alanlara ihtiyacı var!
İyi tatiller…
Zeynep İşman
Okulların kapanma, karnelerin alınma zamanı geldi çattı. Karne hediyesi doğru mu, değil mi tartışmaları sürse de pek çok aile çocuğuna karne hediyesi alacak. Çocuğunuza karne hediyesi ne alırsınız bilmem ama ne almamanız gerektiğini biliyorum. Bir kedi, köpek ya da farklı bir hayvan karne hediyesi olamaz.
Avrupa’da herhangi bir ülkeye gittiyseniz, eminim siz de aynı soruyu kendinize sormuşsunuzdur. “Nasıl oluyor da sokaklarda bir tane bile sahipsiz hayvan bulunmuyor?”
Resmi olmayan rakamlara göre İstanbul’da 200 bine yakın sokak hayvanı var. Bu rakam her yaz sonu biraz daha artıyor. Çünkü karne hediyesi olarak alınan hayvanlar, çocuğun hevesi kaçınca, tuvaletini eve yapınca, havlayınca ya da büyüdü diye sokağa terk ediliyor. Yarısından fazlası da bir yılı geçmeden sokaklarda ölüyor.
Avrupa’nın yaptığı ama bizim yapamadığımız nedir diyerek, aklımdakileri HAYTAP (Hayvan Hakları Federasyonu) Genel Başkanı Ahmet Kemal Şenpolat’a sordum. Şenpolat, sokağa terk etmenin ve kaçak hayvan ticaretinin önüne geçilmediği sürece, sokaktaki hayvan sayısının daha da artacağını söylüyor ve ekliyor: “Sokak hayvanları sorunu diye bir şey yok. Sokak hayvanlarının sorunu var. Sorunu da biz insanlar yaratıyoruz.”
– Sokak hayvanları sorunu nasıl çözülecek?
Sokak hayvanları sorunu dediğimiz zaman sanki ortadan kaldırılması gerekli bir durum olarak algılanıyor. Bir kısmı öldürülüyor, bir kısmı ormana atılıyor ama çare olmuyor. Sokak hayvanları sorunu diye bir şey yok. Sokak hayvanlarının sorunu var. Sorunu da biz insanlar yaratıyoruz.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı bu işten sorumlu ama elimizde envanter yok. HAYTAP’ın tahminlerine göre sadece İstanbul’da 200 bine yakın sokak hayvanı var. İBB’ye göre bu sayı 30 bin. Sayılar tutarlı olmadığı için de teknik ekip, personel, ambulans, malzeme, bütçe gibi konular hep sıkıntılı.
Türkiye’ye sokak hayvanı ithal olarak gümrüklerden geliyor. Cins olan hayvanların yüzde 80’i Moldova, Azerbaycan, Bulgaristan, Romanya, Ermenistan, Rusya gibi ülkelerden kaçak giriyor. Hapis cezası var ama caydırmıyor. Yakalanamayanlar pet shoplara geliyor.
Her dönem farklı bir kedi köpek türü moda oluyor ve onlar doluyor ülkeye. İnsanlar bunu kartvizit niyetine alıyor. İlla şu cins olacak, yavru olacak, ağzı yüzü güzel olacak. Kel, kör, topal kimse istemiyor. Yurtdışına yaralı veya sakat hayvan sahiplendiriyoruz ama burada kimse almıyor. Yurt dışından gelmiyorsa üretim çiftliklerinde üretiliyor.
Karayolları Genel Müdürlüğü’nün bize vermiş olduğu rakama göre, sadece bir hafta içinde İstanbul’da trafik kazası geçiren hayvan sayısı 400’e yakın. Bu derece bir kıyımda, sokakta hayvan kalmaması lazım ama sayı hiç değişmiyor çünkü musluk hiç kapanmıyor. İstanbul’da 40 tane bakımevi var ve bunların hepsi ağzına kadar dolu. Önümüzdeki 6 yıl içinde tahmini 60 bin hayvan girişi olacak. Sürekli yurt dışından hayvan geliyor ya da üretiliyor. O yüzden tek çözüm yukardan akan vanayı kapatmak.
“Tıpkı evlat edinmek gibi ”
– Vana nasıl kapatılacak peki?
Sahiplendirerek, bakımevine koyarak, zehirleyerek bu hayvanları yok edemezsiniz. Yurtdışından kaçak giriş durdurulmalı, üretim çiftlikleri ve pet shop’lar kapatılmalı. Aynı uygar ülkelerde olduğu gibi.
– Avrupa’da neden sokaklarda hiç hayvan görmüyoruz?
Bugün Almanya, Fransa, İngiltere’ye kendi hayvanınızı bile belli bir sayıda, pasaportu ile götürebilirsiniz. Bir de yurtdışında sahiplenme oranı çok yüksek. İklim de izin vermiyor sokakta hayvan yaşamasına. AB standartlarında hayvan sahiplendirirken uzmanlar eve bakıyor, ailenin durumuna bakıyor, ara ara ev ziyaretleri yapıyor. Tıpkı evlat edinmek gibi. Onlar da bir can çünkü.
– Aileler karne hediyesi diye çocuklarına hayvan alıyorlar sonra da sıkılıp bakamayınca sokağa atıyorlar. Bu konuda farkındalık nasıl kazandırılır?
Eylül dönemi sokağa bırakılan hayvan sayısı artıyor. Tatil bitiyor, yazlıklardan dönülüyor. Bakamıyorlar, çocuğun hevesi kaçıyor, alerji çıktı deniliyor, tüyü döküldü, salyası aktı, büyüdü sevimliliği kaçtı diye bahanelerle terk ediyorlar.
Adalar, Moda, Zekeriyaköy, Kemerburgaz, Bodrum, Marmaris, Dalaman, Muğla, Kuşadası, Ayvalık gibi yerler yazlıkçıların terk ettiği cins hayvanlarla dolu. Bunlar sokakta yaşamasını bilmiyorlar, büyük bir kısmı trafik kazalarında telef oluyor. Mikroçip sistemi olsa, aşısı var mı, kim bırakmış görebiliriz.
Aileler çocuğum sorumluluk alsın diye hayvan alıyor ama böyle sorumluluk kazandırılmaz. Sonra o hayvanlar ailenin başına kalıyor. Nerede yaşadıkları, evlerinin durumu, koşulları hayvan sahiplenmesi için önemli. Bakamayacaksanız almayın. Hep diyoruz hayvan bir hediye olamaz. Çocuklara karne hediyesi diye hayvan almayın.
Benim notum: Röportaj sonrası yolda şunları düşündüm: Çocuk istedi diye bir canlı alınması ve sonra sıkıldı ya da bakamadı diye o canlının sokağa terk edilmesi, o canlıya olduğu kadar, çocuğa da çok büyük kötülük. Çünkü bu şekilde değer sistemini en baştan çökertiyorsunuz. Kıymet vermek, önemsemek, emek vermek, empati, fedakarlık, şefkat gibi pek çok değeri, çocuğun dünyasında yok ediyorsunuz. Sonra toplumda, kendinden başka kimseye önem vermeyen, saygı duymayan yetişkinler olarak yer alıyorlar. Kimsenin böyle bir hakkı yok. Aileler konuya bir de bu açıdan bakmalı diye düşünüyorum.
Aileler önce bu soruları cevaplamalı!
– Tüm aile evde bir hayvan istiyor mu?
– Nasıl bir evde yaşıyorlar?
– Ömür boyu o hayvanla yaşamaya gönüllü müyüm?
– Tatilimden, dinlenmemden fedakarlık yapacak mıyım?
– Salyası, tuvaleti, tüyü sorun olur mu?
– Deneme olarak her hafta bir barınakta bir hayvanı gezdirmeye gitsinler, bakalım her hafta gidebilecekler mi?
ZEYNEP İŞMAN
https://www.milliyet.com.tr/pembenar/zeynep-isman/hayvan-karne-hediyesi-degildir-2684759
Eğer soru, “Karnesi kötü olan çocuğa nasıl davranılmamalı?” olsaydı cevap basit olurdu: Öfkeli, cezalandırıcı, yıkıcı davranılmamalı.
Peki nasıl davranılmalı?
Önce kendinize şu soruyu sorun lütfen: “Çocuğumun karnesi benim için ne ifade ediyor?” Başarısının karşılığı mı, motive olması için bir araç mı, gelişimine destek mi yoksa prestij nedeni mi? Bu sorunun cevabı, karnenin iyi veya kötü gelmesine verilen tepkiyi de belirliyor. Karne bir sürecin sonucudur. Ya da bazen değildir. (Bu da ayrı bir yazı konusu) Süreci görmezden gelip, sonuca tepki vermek, sonucu değiştirmeyeceği gibi, kişiyi ileriye de taşımaz. Oysa sürecin en başından itibaren çocuğun gelişime ve öğrenmesine destek olmak, karneye yüklenen beklentiyi düşürüp, karne günü yaşanacak çatışmaları da azaltır.
Kendimize itiraf edelim
Ebeveynler olarak her zaman çocuklarımızın büyümesini ve başarılarıyla gurur duymak isteriz. Çoğu zaman çocuklarla ilgili gizli hedeflerimiz vardır. (doktor olacak, bilim insanı olacak gibi) Ve ne yazık ki çocuklarımız hakkında başkalarının ne düşündüğünü çok önemseriz. Tabii iş sadece ailede de bitmiyor. Eğitim sistemi öğrenme ve gelişim üzerine kurulu olmadığı için, çocuğun aldığı takdirler, teşekkürler, ödüller, madalyalar ön plana çıkıyor. Çocuklar kendi aralarında bile, notu düşük olan arkadaşlarını etiketleyip, tembel, aptal diye küçümseyebiliyorlar.
Çocuklar merak ederler. Merak doğuştan gelir. Merak duygusu yok edilmeyen ve öğrenme hevesi içine işlenen bir çocuk, kendi gelişiminin sorumluluğunu alır. Öğrenme ve gelişime önem veren bir aile ve çocuk için de karne sadece bir sonuçtur.
Dr. Thomas Gordon’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Kabul toprak gibidir, sadece çocuğun kendini gerçekleştirmesine imkan tanır.”
Çocuklarımızın her davranışını kabul etmek zorunda değiliz. Elbette eğitim hayatını boşlamasını, derslerine çalışmayıp, kurallara uymamasını görmezden gelemeyiz. Ama gerçek sevgi, kabul etmediğimiz davranışlarına rağmen değil, o davranışlarla çocuğumuzu kabuldür. Baskı, zorlama, eleştiri çocuğu sadece tepkisel olmaya ya da yalan söylemeye teşvik eder. Tüm ilişkilerimizde olduğu gibi, huzur, mutluluk ve başarı için yapıcı iletişim kurmak zorundayız.
Çocuğunuzun karnesi kötü ise;
Kızmayın/tehdit etmeyin.
Cezalandırmayın.
Karne bahanesiyle, sevdiği şeylerden mahrum etmeyin.
Saatlerce nutuk çekip, öğüt vermeyin.
Başka çocuklarla kıyaslamayın.
Alay edip, küçümsemeyin.
Ne yapılabilir?
Onunla konuşun.
Konuşurken suçlayıcı bir dil kullanmayın.
Gerçekten merak eden biri olarak, notlarının neden bu şekilde olmuş olabileceğini, kendisinin ifade etmesine izin verin.
Dinleyin.
Belki okulla, öğretmeniyle ya da arkadaşlarıyla bir derdi var/anlamaya çalışın.
Belki öğrenme konusunda desteğe ihtiyacı var/destek olun.
Öğretmeniyle iş birliği içinde olun.
Belki bambaşka hayalleri/ilgi alanları var. Anlatmasına izin verin.
Yapılabilecek tek yol, sağlıklı iletişim kurmak. Onun da temeli, çocuğu DİNLEMEK!
LGS’ye sayılı günler kala her yerde sınav stresi ile başa çıkmanın yolları konuşuluyor. Ben yapılacaklara geçmeden önce, konuya başka bir açıdan bakmak istiyorum. Stresten çok korkuyoruz. Hemen yok etmeye çalışıyoruz. Halbuki stresin bir miktarı hayat için gerekli. Stres bizi uyaran, harekete geçiren, vücudumuzun bir savunma mekanizması aslında. Önümüzde hayatımızın geri kalanını etkileyecek, önem verdiğimiz bir etkinlik var ise strese girmemiz çok doğal. Sanki çocukların stresli olması çok felaket bir durummuş algısı yaratılıyor bu da iyice strese sebep oluyor. Önemli olan nasıl baş ettiğimiz. Strese rağmen değil, stresle yaşamayı bilmeli ve çocuğumuza da bunu öğretmeli. Çünkü günümüz dünyasında her tarafımız stres kaynağı.
Anne/baba olarak stresle nasıl baş ediyoruz?
Burada kritik olan bizim anne-baba olarak stresle nasıl başa çıktığımız? Biz perişan olurken, çocuktan soğukkanlılık beklemek anlamsız. Her insanın mizacına göre stresi algılayışı ve yaşayışı da farklı oluyor. Heyecanı, stresi yönetebilmek de güç kazandırıyor insana.
Her durumda yanında olun
Sınav gibi stres katsayısının arttığı dönemlerde ailelere düşen en büyük görev, her ne olursa olsun çocuğumuza yanında olduğumuz hissini vermek. Zaten sürekli değişen sınav sistemi dışarıdan yeterince strese sebep oluyor, en azından evde her durumda anne-babasının yanında olduğunu bilmeye ihtiyacı var. Başarılı da olsa, başarısız da olsa, sevildiğini, kabul gördüğünü bilmeli. Bu süreçte verdiği emeğe, çalışmaya değer vermek, takdir etmek önemli. Başka çocuklarla kıyaslama yapmamalı. Geleceğe dair felaket senaryoları çizilmemeli.
Çocuğunuzu dinleyin
Herkes en başarılı kendi çocuğu olsun istiyor haliyle. Halbuki herkesin mizacı ve güçlü yönleri farklı. Öğrenme stili, ilgi alanları farklı. Çocuğumuz bizim hayal ettiğimiz kişi değil belki. Bunu kabullenmek çok önemli. Bu çocuğa bilinçsizce yaptığımız psikolojik baskıyı da ortadan kaldırır. Çocuğumuzu dinlemek, verdiği mesajları duymak çok önemli. Eğitim hayatı boyunca onu doğru bir şekilde destekleyebilmemiz için, çocuğumuzu iyi tanımalıyız.
Çocuklar her zaman akıllarındakini net bir şekilde dile getirmezler. Arka plandaki mesajı doğru anlamak gerekir. “Bu sınav zor mu olacak?” diye etrafta dolanıyorsa, “Ne bileyim ben” ya da “Çalışırsan zor olmaz” gibi iletişimi kapatan cevaplar değil, onun kaygısını anlayan, altta yatan endişesini fark eden bir dille konuşmak kıymetli. Muhtemelen o sırada çocuk “Ya başaramazsam tepkin ne olacak?” sorusunun cevabından emin olmak istiyor. “Sınavla ilgili endişeli olduğunu biliyorum, neyle karşılaşacağın konusunda kaygılısın, Sonuç ne olursa olsun yanındayım, yardım istersen buradayım…” gibi mesajlar vermek ilişkiyi canlı tutacaktır.
Pratikte yapılabilecekler:
Sınavdan 1-2 önce ders çalışmayı bırakmak
Beslenme ve uykuya dikkat etmek
Son günlerde mümkünse açık havada zaman geçirmek
Nefes egzersizleri yapmak
Aile ve arkadaşlar ile sosyalleşmek, eğlenceli faaliyetlerde bulunmak.
Dislektik olan ünlüler arasında kimler yok ki… Einstein’den, Muhammed Ali’ye, Stephen Spielberg’den, Picasso’ya pek çok deha dislektik. Çocuklarda üstün zeka ve yetenek eğitimi üzerine çalışmalar yapan akademisyen ve yazar Dr. Bahar Eriş, literatürde “öğrenme güçlüğü” olarak tanımlanan disleksinin, “öğrenme farklılığı” olduğunun altını çiziyor. Alfa Yayınları‘ndan çıkan son kitabı “Gölgedeki Yıldızlar“da disleksi hakkında bilinmeyenleri ya da doğru sanılan yanlışları gözler önüne seren Eriş, “Bu çocuklar tembel ya da geri olarak etiketleniyor. Halbuki sadece beyinleri farklı çalışıyor. Eğitim sistemine uyum sağlayamadıkları için bir ülkenin insan kaynağı boşa harcanıyor” diyor.
– Disleksinin tanımı ve yaygınlık oranı nedir?
Disleksi, bütünü görme, güçlü sezgi, hayal gücü, yaratıcı düşünce, problemlere farklı açıdan bakabilme, güçlü görsel hafıza, üç boyutlu düşünme gibi güçlü yönleri olan bir beyin farklılığıdır. Bu farklılık nedeniyle çocuklar belli şeyleri rahatlıkla yaparken, en basit ifadesiyle okumakta güçlük yaşarlar. Benim şahsi tanımım yetenek odaklı. Literatürde “özgül öğrenme güçlüğü” olarak tanımlanıyor. Oysa ortada ne hastalık var ne zekada bir gerilik. Bilakis, zeki çocuklar… Ancak sözcük ya da sayıları okuma ve çözümleme hızı, çocuğun zekasının gerisinde seyrediyor. Bir çocuk bunu çok güzel anlatmış: “Gözlerim beynimden beş kelime geride!” Disleksinin toplumlarda görülme oranının yüzde 10-20 arasında değiştiği belirtiliyor. Bu çok yüksek bir rakam! Türkiye’de disleksi oranıyla ilgili sistematik ve kapsamlı bir çalışma yok ama ben daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Genetik olarak geçiş oranı ise yüzde 25-50 arası.
– Aileler çocuklarının dislektik olup olmadığını nasıl anlar?
Genellikle okula başlayıncaya kadar belli olmuyor. Ön işaretler; emeklemeden yürümek, harflerin yerlerini karıştırmak, yönleri anlamakta sıkıntı, sakarlık, saati okuyamama, kelimeleri yanlış telaffuz etmek, ödevin başına oturmamak için her şeyi yapma, harflere ilgi göstermeme, okuyamama, okumaktan kaçma, üç boyutlu şeyleri takıp, çıkarmaya ilgi duyma olarak sıralayabiliriz. Ama bunların hiçbirine tek başına bakılıp karar verilemez. Hikâyenin bütününe bakmak gerek.
“Sağ beyin odaklılar“
– Diyelim ki çocuğumuz dislektik, ne yapacağız?
Öğretmenlerle, psikologlarla ya da çocuk doktorlarıyla koordine olmak gerekli. Ailenin bilinçli olması çok önemli. Tüm bu insanlar çocuğu desteklemeli. İlgi alanlarına göre yönlendirilmeli. Okuma konusunda baskı yapılmamalı, tahtaya çıkarıp okumaya zorlanmamalı. Hükümet, eğitim, sağlık camiası el ele vermeli.
– Bir dönem modaydı, “Bizim çocuğun sol beyni gelişkin, fazla zeki” diye! Şimdi de sağ beyni gelişkinler için mi aynı şey söylenecek?
Mantıklı bir tespit. Geleceği sağ beyin odaklı bireylerin şekillendireceği savunuluyor. Neden? Sol beynin yaptığı mantıksal işlemlerin hepsini artık bilgisayarlar yapıyor. Bilgisayarın yapamadığı şey büyük resmi görmek ve bağlamı anlamak. Bugünün dünyasında bir adım öne çıkan bireylerin sanat, empati, sezgi, bağlamı görme gibi sağ beyin odaklı özelliklere sahip insanlar olduğu belirtiliyor. Dislektik bireyler sıralı, kurallı, adım adım mantık yürütme gerektiren işlerde zorluk yaşıyorlar. Bir teoriye göre, sol beyin işlevlerinde yaşadıkları bu zorluklar, sağ beyin işlevlerini çok daha ileri boyutlara taşıyor. Bunların hepsi büyük avantaj çünkü devir girişim, yaratıcılık, 3 boyutlu tasarımlar ve ‘big data’ devri.
– Disleksinin varlığından haberdar mı insanlar?
Ya hiç bilmiyor ya da sadece güçlük perspektifinden biliyor. Eğitim sisteminin odağında okuma faaliyeti olunca dislektikler gibi sağ beyin odaklılar hezimete uğruyor. Halbuki bu ayrı bir özellik. Hatta belli noktalarda avantaj. Mesela şu an NASA’da çalışan her iki kişiden biri dislektik. BBC’nin araştırmasına göre, sıfırdan milyoner olanların yüzde 40’ı dislektik. Güzel sanatlarda disleksi oranı 3 kat fazla.
Dislektikler hangi alanlara daha yatkınlar?
En iyi tasarımcılar, peyzaj mimarları, marangozlar, aşçılar, yazılım geliştiriciler, radyologlar, cerrahlar, ortodonti uzmanları, grafik tasarımcılar, fotoğrafçılar, ressamlar, kaptanlar, pilotlar dislektikler arasından çıkıyor. Bunlar “disleksiden zengin” alanlar olarak biliniyor. Çünkü bütün resmi görebiliyorlar.
Dislektik olan ünlüler
Albert Einstein, Thomas Edison, Leonardo da Vinci, Agatha Christie, Richard Branson, Jamie Oliver, Muhammed Ali, Steven Spielberg, Magic Johnson, Tommy Hilfiger, Walt Disney, John Lennon, Pablo Picasso, Henry Ford, Ingvar Kamprad
Aileler neler yapabilir?
– Çocuğa yüksek sesle kitap okumak
– Dikkatle dinlemek
– Bol bol kelime oyunu oynamak
– Hikaye anlattırmak
– Konuşmak istemediğinde zorlamamak
– Kısa ve net yönergeler vermek
– Kıyaslamamak
– Yapamazsın dememek
– İlgi alanlarına yönlendirmek
– Öğretmen ve okul ile konuşmak
ZEYNEP İŞMAN