Gordon Training International tarafından geliştirilen Etkili Anne Baba Eğitimi’nde 3 modülü geride bıraktık. Çocuğumuzla yaşadığımız çatışmalarda en sık yaptığımız hatalardan, empati ve dinlemenin önemine, ihtiyaçlardan, değerlere, açık iletişimden, farklılıklara pek çok konuda fikir alışverişinde bulunduk. 3 gün boyunca bolca anlattık, dinledik, uyguladık, birbirimizden öğrendik. Etkili bir insan ve ebeveyn olma yolunda ilerleme çabalarından ötürü katılan tüm anne babalara minnettarım…
ebeveynkoçu
Etrafımda sıklıkla çocuklara “sen çok özelsin”, “sen teksin”, “sen harikasın” denildiğini duyuyorum. Sağlıklı bir kişilik gelişimi açısından acaba bu ne kadar doğru?
Elbette her insanın özel olduğu doğru. Hepimiz tek ve özeliz. Bizden bir tane daha yok. Çocuklarımız da bizim için çok kıymetli ve özeller şüphesiz. Ancak edindiğim pek çok kaynakta, büyüme çağında sürekli biricikliği vurgulanıp, yaptığı her şey övülen çocukların, ego gelişimlerindeki dengesizlikten bahsediyor. Bu da büyüdüklerinde ikili ilişkilerden, okul başarısına, iş bulmaktan, evliliğe kadar pek çok konuda sıkıntı yaşamalarına neden olma riski taşıyor.
Ebeveynlik anlayışı değişti
Bizden önceki nesil daha kalabalık ailelerde, daha çok kardeşle ve daha az imkanlarla büyüdü. Özel olmak, biricik olmak gibi kavramları duymadık. Bizler herkes gibi çocuklardık. Son 15 yılda ise Türkiye’de pek çok şey gibi aile yapıları da değişti. Aile büyükleri artık ayrı yaşıyor. Tek çocuklu ailelerin sayısı arttı. Teknolojiye ve bilgiye erişim çok kolay. İmkanlar geniş. Kadının çalışma hayatında yeri giderek artıyor. Ebeveynlik anlayışı değişti, gelişti.
Tüm bunlar zaman içinde bireyselliği ön plana çıkardı. Kolektif hayatlardan, yalnızlığın arttığı yaşamlara geçtik. İnsana yani kendimize ve çocuğumuza verdiğimiz önem arttı. Daha çok öğrenip, gelişmeye odaklıyız. Buraya kadar her şey çok güzel. Ancak çocuklarımıza verdiğimiz mesajların ayarı kaçtı sanki.
Çocuklara özgüvenleri gelişsin, kendileriyle barışık olsunlar, sevildiklerini bilsinler diye söylediğimiz “özelsin”, “teksin”, “harikasın” mesajları, aşırı şişirilmiş egolu, kendini evrendeki en bilge ve özel kişi sanan ama gerçek hayata düştüğü zaman öyle olmadığını görüp, bunalıma giren genç nesiller yarattı. Psikolojik danışmanlık merkezleri, “farkındalığı çok yüksek” diye getirilen ve zeka testi yaptırılan çocuklarla dolu. Zeka testlerinin yeniden düzenlenmesi gündemde. Çünkü artık herkesin çocuğu çok zeki, çok başarılı, çok farkındalıklı.
Öyle ki bu çocuklar büyüyüp okula başladıklarında öğretmenlerine saygı duymuyorlar. Tek bir sözleri ile ailelerini okula getirtip, istediklerini yaptıracaklarını biliyorlar. (Tabii bunda eğitim sistemindeki yanlışların da payı var) İş hayatına başlıyorlar, şirket beğenmiyorlar ya da ilk girdikleri işte anında müdür olmak istiyorlar. İlk iş günü biri “Şu dosyaları arşivler misin?” dediğinde, dünyalar başlarına yıkılıyor ve istifayı basıyorlar. Ya da bir hayat arkadaşı bulma konusunda sıkıntı yaşıyorlar çünkü kimsenin kendilerine layık olmadığını düşünüyorlar.
Özetle; kendinden başkasına değer vermeyi, bir şeye emek vermeyi, sabretmeyi, düşe kalka başarmayı, zorluklar karşısında mücadele etmeyi bilmiyorlar. Bilmedikleri için de gelişemiyorlar.
Son dönemde pek çok öğretmen ve psikolojik danışman ile sohbet etme fırsatım oldu. Ne yazık ki okullar böyle çocuklarla dolu. Sağlıklı bir insanda ego gelişimi tabii ki önemlidir. Kafasına vura vura büyütülen çocuklar, gün geliyor kendine güvensiz yetişkinler oluyorlar. Ama her şeyin bir dengesi olmalı. Çocuklarımız bizler için çok özeller ama hayatlarının sadece bizden ibaret olmadığını hatırlamalı ve büyüdüklerinde zorlanmamaları için gereksiz övgülerden kaçınmalıyız. Çabalarını görelim ve yargısız bir şekilde onaylayalım ama attıkları her adımın mükemmel olmak zorunda olmadığını da bilsinler. Bu şekilde iyilik yapalım derken, kötülük yapıyoruz.
“Doğadaki çocuk soyu tehlike altında olan bir türdür” diyor Richard Louv.
İmkanlar, teknoloji, ulaşılabilirlik sürekli artıyor ama bizler giderek daralan mekanlarda sürdürüyoruz yaşamlarımızı. Çocuklar okul, ev arasında büyüyor. Teknoloji bağımlığı, obezite, hiperaktivite giderek artıyor. Doğa bizim özümüz, koptukça kendimize yabancılaşıyoruz. Daha önce okuduğum Doğadaki Son Çocuk kitabına yeniden bakma ihtiyacı hissettim bu aralar. Okumadıysanız tavsiye ederim. Her çocuklu evde olmalı…
Kelimelerin gücünü ve ifade etmenin önemini “Ben Ne Söylüyorum, Çocuğum Ne Duyuyor?” yazımda paylaşmıştım. (*)
Şimdi ise tersten bakmak ve çocuklarımızın söylediklerinin, biz anne-babalar tarafından nasıl anlaşıldığından bahsetmek istiyorum.
İletişim kavramını, en teknik tanımıyla bir kaynak ve bir alıcı arasındaki mesaj alışverişi olarak açıklayabiliriz. Bir ortamda birileriyle konuşurken, saniyeden daha kısa sürede bir iletişim ortamı oluşur. Nefes almak gibi bir şey yani. Ama arka planda oldukça karmaşık bir süreç var. Neden mi?
İletişim zor bir süreç
Öncelikle beni iletişime geçirecek bir uyaranın olması gerekiyor. Benim duyu organlarım aracılığıyla onu fark edebilmem, bilişsel kapasitem ölçüsünde anlayabilmem, geçmişten getirdiklerimle oluşmuş algı dünyamda anlamlandırabilmem, dilsel yeteneklerim doğrultusunda ifade edebilmem gerekiyor. İfade ederken içinde bulunduğum duygu durumu da ifade edişimi etkiliyor. Bir de karşı taraf var yani alıcı. Aynı süreç alıcı tarafında da işliyor ve mesajım karşı bir mesajla, bana geri dönüyor.
Böyle bakınca doğru bir iletişimin hiç kolay olmadığını anlayabiliriz. Üstelik durum çocuklarda daha zor. Çünkü çocukların verdiği kodlar, her zaman mesajın kendisi olmuyor. Yani gerçekte söylemek istediklerini söylemiyorlar. Ebeveyni olarak bizim bu kodları çözmemiz gerekiyor. Evet maalesef adil olmayan bir ilişki. Ancak hepimiz bu yollardan geçtik çünkü bu insan gelişiminin bir parçası.
Bilişsel kapasite geliştikçe dil gelişir
Özellikle 12 yaşa kadar olan süreçte çocuklar soyut ve somut kavramları ayrıştıramıyorlar. Mecazi anlamlar, kinayeler, kelime oyunları, gerçek yalanlar, hipotetik düşünme (olasılıkları düşünme) gibi konularda yetenekli değiller. Çünkü dil gelişimi bilişsel bir süreç. Ve büyüyüp bilişsel kapasitemiz geliştikçe, dil becerimiz de artıyor ve kendimizi daha iyi ifade eder hale geliyoruz.
Tüm bu nedenlerden ötürü, çocuğumuz bir şey der, biz başka bir şey anlarız. Ve genelde hoşumuza gitmeyen durumların kendimizle ilgili olduğunu varsayarız. Çünkü çocuğumuz gerçek nedeni ilk etapta söylemez/söyleyemez. Bunu bilmez ve konuyu sahiplenip, üstümüze alırsak, iletişim süreci de gerçek yolundan sapar ve bambaşka bir noktaya gider.
“Gerçek neden”i anlamak bizim işimiz
Örneğin, küçük kızınız okula gitmemek için bin bir taklalar atıyor, ağlıyor, bağırıyor ya da “okul çok kötü”, “okuldan korkuyorum” gibi şeyler söylüyor olabilir. Ve siz de buna anlam veremiyor hatta sinirlenip, şımarıklıktan yapıyor sanabilirsiniz. Oysa ki bazen anneye olan özlem, anneyle olan vaktin kısıtlı olması, bu kısıtlı zamanda yeterince birlikte vakit geçirememek veya okulda arkadaşıyla yaşadığı bir sorun olabilir gerçek neden. Ve çocuğunuz size gelip: “Anne ben gün içinde seni çok özlüyorum, sana hiç doyamıyorum, okula gitmezsem seni daha çok görebilirim diye düşünüyorum. Okulla bir sorunum yok aslında” demez.
Ya da “Anne/baba okulda bir çocuk var. Sürekli beni rahatsız ediyor. Arkadaşlarımın yanında benimle alay ediyor. Kendimi çok kötü hissediyorum. Onunla başa çıkamadığım için de okula gitmekten kaçıyorum” demez. Tüm bu gerçek nedenleri anlamak bizim işimizdir. Bir nevi müneccimlik.
Dinlemek iletişimin olmazsa olmazı
Peki bu gerçek nedeni anlamayı nasıl yapacağız? Tabii ki çocuğumuzu dinleyerek! Dinlemenin öneminden daha önce de bahsetmiştim. Dinlemek iletişimin yarısıdır. Dinlediğimiz zaman, buz dağının altını görebiliriz. Dinlediğimiz zaman çocuğumuzu yönlendirmeden, kendi sorununu bulmasını ve ifade edebilmesini teşvik ederiz. Dinlediğimiz zaman anlarız. Anladığımız zaman kabul ederiz. Kabul ettiğimiz zaman, kızmayız, küçümsemeyiz, yargılamayız, yok saymayız.
Biz ne kadar çocuklarımızı dinlersek, onlar da kendilerini açmaya ve bizden gelen mesajları almaya o kadar meyilli olurlar.
Bazı olayların bizdeki karşılığı ile çocuk dünyasındaki karşılığı bambaşkadır. Refleksif olarak çocuklarımız bir şey söylediğinde anında tepki ya da cevap verme zorunluluğu hissediyoruz. Bir sorunu olduğunda derhal çözüm bulmak ya da tavsiyemizi paylaşmak istiyoruz. Farkında olmadan tepkisel yaklaşıyoruz. Genellikle çocuğumuzu bazen de karşı tarafı savunmaya geçiyoruz. Tüm bunlar iletişimi ya başlamadan bitiriyor ya da sekteye uğratıyor.
Halbuki biz ne istiyoruz?
Çocuğumuz bizle konuşsun, dertleşsin, hem en iyi arkadaşı olalım (ki böyle bir şey yok) hem de annesi babası olduğumuzu unutmasın, hem her şeyini anlatsın hem de çok özele girip bize kalp krizi geçirtmesin, hem döner olsun hem dönmesin. Böyle bir dünya yok tabii. Ama yapılacak şeyler var.
Birkaç dialog örneği yazacağım, bizim söylediklerimizin çocuk dünyasındaki mealini anlamamız açısından:
Çocuk: Anne, arkadaşımın kardeşini hiç sevmedim.
Anne: Aaa neden ki, ne sevimli çocuk halbuki?
Çocuk: İşte sevmedim, o hiç iyi bir çocuk değil, bir daha gelmesin bize.
Anne: Aman sen de ne şımarık çocuksun, kimseyi beğenmiyorsun!
Veya
Ç: Anne, arkadaşımın kardeşini hiç sevmedim.
A: Hıımm öyle mi?
Ç: Evet, yani aslında sevdim ama oyunumuzu bozuyor.
A: Anladım bu seni sinirlendirmiş olmalı…
Ç: Evet sinirlenmiştim biraz, o yüzden öyle söyledim. Aslında tatlı bir çocuk. Küçük olduğu için anlaşamadık. Galiba bizle oynamak istiyordu.
A: Yaş farkından dolayı uyum sağlayamadınız sanırım birbirinize. Doğru mu anladım?
Ç: Evet doğru. Aslında ona oyalanabileceği şeyler verseydik, bu sorunu yaşamazdık.
Minicik bir soru değişikliği ya da bazen soru sormamak nasıl da sohbetin akışını değiştiriyor değil mi? İlk örnekte konuşma çok kısa sürdü ve ebeveynin çocuğa hakaret etmesiyle sonlandı. Alternatifinde ise bir olay üzerine uzun bir sohbet başladı ve çocuğun kendi çözümünü bulmasına kadar sürdü. Hatta belki arkadaşlık, uyum gibi konular üzerine de devam edebilir bir konuşma olabilir.
Başka bir örnek:
Çocuk: Tatilde kayak kampına gitmekten vazgeçtim baba.
Baba: Ne demek vazgeçtim? Dalga mı geçiyorsun sen?
Çocuk: Hayır dalga geçmiyorum. Gitmek istemiyorum kampa.
Baba: Senin keyfine göre hareket edemeyiz. Gitmek istediğin için kayıt ettirdik seni. Çocuk oyuncağı değil, vazgeçemezsin. Haftaya gidiyorsun tabii ki, konu kapanmıştır.
Ya da
Ç: Tatilde kayak kampına gitmekten vazgeçtim baba.
B: Sahiden mi? Bu kampa gitmeyi çok istediğini sanıyordum.
Ç: Evet çok istiyordum ama artık gidemem.
B: Hıım anlıyorum, bu kadar çok istediğin bir şeyden vazgeçtiğine göre, önemli şeyler olmuş olmalı!
Ç:….. Aslında öyle sayılır. Okulda arkadaşlar ne kadar uzun süredir kaydıklarını anlattılar bugün. O takımın içinde olursam rezil olurum, herkes benimle alay eder. Bunu istemiyorum.
B: Anlıyorum, senin için çok zor olmalı bu. Peki bu duruma bir çözüm bulursan yine gitmek ister misin kampa?
Ç: Evet kesinlikle.
B: O zaman neler yapabileceğimizi düşünelim mi?
Ç: Olur.
B: Aklına gelen bir şeyler var mı?
Ç: Öğretmenimle konuşsak ve bulunduğum takımı değiştirsek olur mu?
Gördünüz mü nasıl da değişiyor konuşmanın seyri.
Bazen çocuğun sıkıntısı, bize göre çok saçma ya da küçücük, önemsiz bir konu olabilir. Ama çocuğu aşağılamak, küçümsemek, derdi ile alay etmek iletişimin katillerindendir. Bunun yerine sabır ve saygı ile sorununu dinlemek, istediği anlarda destek olmak aradaki ilişkiyi canlı tutar.
Özetle; çocukla iletişimde sihirli değnek yok. Az konuşan, hemen heyecanlanıp konuya atlamayan, her şeye öneri getirmeyen ebeveyn var.
https://www.instagram.com/birliktebuyuyoruz/
Bu kitabı babası Derin’e almış. Bir çocuk kitabı esasen. Ama beni çok etkiledi. İçinde kocaman bir boşluk olan ve onu doldurmak için türlü yollar deneyen ama aradığını bir türlü bulamayan Julia’nın hikayesini anlatıyor. Zorlukların üstesinden gelebilmeyi ve hayattaki amacımızı bulmayı hatırlatan bir kitap. Yani derin bir kitap☺ Bu sayede bu zor ve mühim meseleyi kitap üzerinden çocuğunuzla konuşabilirsiniz. Çizimleri de bir harika. Bu haftaki önerim olsun.
Geriye dönüp baktığınızda, hayatınızda etkisi olan en önemli insan kim?
Benim babaannem. Aslında biyolojik olmayan, babamı çok küçükken evlatlık alan öz teyzesi, nam-ı diğer Saliş. İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlarda, aşık olup evlendiği kocası ile Beyoğlu’nda yaşayan, Kudüs doğumlu, babası saray aşçısı, dünyada en çok anne olmayı hak edip, hiç olamayan ama ablasının oğluna anadan öte analık eden, gencecik yaşta dul kalan, elinden Türk kahvesi ve Maltepe sigarası düşmeyen, balık pazarının Madam’ı, sokak hayvanlarının koruyucusu, içinden hayat enerjisi fışkıran yüce kadın! Ne çok emeği var bende.
Sıklıkla düşünüyorum; hayatımı bu kadar etkilemesinin nedeni ne diye? Aramızdan ayrıldığında bir lise öğrencisiydim. Üniversiteden mezun olduğum, meslek sahibi olduğum, aşık olduğum, anne olduğum, dostlar edindiğim, kazıklar yediğim, en yoğun duyguları yaşadığım zamanların pek çoğunda yanımda olamadı. O zaman neden başkası değil de o diye düşünürüm hep.
Sanırım cevap şu: Hayatın belki de en kolay, dertsiz-tasasız, stabil dönemi sandığımız ama aslında en mühim dönemi olan çocukluk döneminde, hiçbir şey yapmaya çalışmadan, sadece yanımda durduğu ve beni ne yaparsam yapayım hep sevdiği için!
Bana hiçbir zaman bir şeyler öğretmeye çabalamadı. Ama ben en çok ondan öğrendim.
Nasihatlerde bulunup, akıl verdiğini hatırlamıyorum. Ama söylediği pek çok söz hala kulaklarımda çınlar.
Hiç öfkelendiğini, bağırdığını hatırlamam. Ama kalbini kıracağım diye ödüm patlardı.
Beni eleştirdiğini, aşağıladığını, küçümsediğini duymadım, görmedim.
“Ben bu evin büyüğüyüm, saygıda kusur istemem” kaygısı ve baskısı hiç olmadı bizim evde. Yanında ne kadar özgür olduğumu hatırlıyorum. Ama hayatımda tanıdığım en saygı değer insanlardandı.
Yasak diye bir kelime onun kitabında yazmazdı. Belki 10 yaşındaydım sigarasından bir nefes çektiğimde. Ama bir daha hiç merakım olmadı.
Tüm bunları düşündüğümde, aile büyüklerinin (anneanne-babaanne-dede) rollerinin ne kadar özel ve önemli olduğunu görüyorum. Onlar belki de çocukların anne-babalarından daha önce model alabileceği figürler. Çünkü özellikle ergenlikte, insan gelişiminin doğası gereği ve sağlıklı olarak ebeveynlerle iletişim zayıflıyor, ebeveyne itibar azalıyor, sosyal çevre önem kazanıyor. İşte tam bu noktada nine-torun, dede-torun ilişkisi çok kritik.
Sadece tek taraflı bir saygı ve ilgi bekleyen, saygıyı el öpmekte, bacak bacak üstüne atmamakta arayan, dediklerinin dinlenmesini ve yapılmasını isteyen, kendi bildiklerine ters düşen bir hareket yapınca şımarık yaftasını yapıştıran, varlık nedenlerinin tecrübelerini anlatıp, nasihat vermek olduğunu sanan bir nine/dede/torun ilişkisi, formalite bir ilişki olmaktan öteye geçemiyor.
Belki de çatışma anlarında çocuğun tarafında olarak, anne-babaya karşı durarak, masum oyunlarla, şefkat ve sabırlarıyla, aradaki yıllara, değişen zamana saygı duyarak, karşılarındaki kendinden çok farklı o genç insanı merakla tanımaya çalışarak torunlarının hayatında en önemli isim olabilirler. Bunun da formülü, yol göstermeye çalışmadan yol göstermekten geçiyor.
Yol göstermeden yol gösterilir mi? Gösterilir. Torunlarını dinleyerek, baskı yapmadan, nasihat ve öğütlere boğmadan, sürekli akıl veren, eleştiren, kızan, engeller koyan olmadan yol gösterilir. Bu yol her zaman doğru yol olmaz belki. Ama sevgiyi güçlü kılan da bu değil mi? Yanlış yollara girsen de, güvendiğin insanın hep yanında durması. Sen istediğin zaman elini uzatıp, seni çekip çıkarması…
Başlık komik olsa da, konu vahim.
Bu aralar ergenlik ile yatıp, ergenlik ile kalkıyorum. Okulda ergenlik dönemini konuşuyoruz. Ergenlikle ilgili araştırma ödevi hazırlıyorum. Çevremdeki ebeveynlerden ergenlikle ilgili çok soru alıyorum ve eğitim içerikleri toparlıyorum. Hal böyle olunca bir ergenlik yazısı yazmanın da zamanı diye düşündüm.
Siz de farkında mısınız, ergenlik dönemi iyice uzadı. Eskiden 12-18 yaş aralığı ergenlik süreci olarak tanımlanırdı. 18 dedin mi ergenlik biterdi, bitmediyse de bir güzel çıkartırlardı. Ancak günümüzde ergenlik başlangıç yaşı iyice düştü, bitiş yaşı da iyice uzadı. Hatta ucu açık! Peki neden?
Ergenlik hayatın olağan bir dönemi
Öncelikle şu kavramları netleştirelim: Ergenlik dediğimiz şey, her insanın mutlaka yaşadığı, topluma, kültüre, çocuğun mizacına ve aile yapısına bağlı olarak farklılık gösterebilen, hayatın bir dönemidir. Tıpkı, çocukluk, yetişkinlik ya da yaşlılık gibi. Erinlik ise çocukların fiziksel olarak, bizi şok edecek şekilde bir hızla büyüme atağı geçirdikleri (buluğ çağı da dediğimiz), ergenliğin başları olarak tanımlanan kısa zaman dilimidir. Ergenlik öncesi döneme, ön ergenlik deniliyor. Bu da 8 ila 12 yaş arasını kapsıyor. Ve evet artık pek çok çocuk bu yaşlarda ergenliğe girdi gözüyle bakılıyor. Ergenliğin bitişi olarak bakılan 18 yaş ise çoktan tarih oldu ve 20’li yaşlarını süren gençler de halen ergen olarak tanımlanıyor. Gelişim psikologlarının bazıları bu ara döneme “genç yetişkinlik” diyor ama yakın zamanda gelişim dönemlerinde bir revizyona gidilirse şaşırmam.
Geçenlerde bir arkadaşım, biri 6 diğeri 10 yaşında olan oğullarının çok dirençli olduğundan, hiçbir sözünü dinletemediğinden ve evde sürekli çatışma ortamı olduğundan bahsetti. 10 yaşındaki oğlunun ön ergenlik sürecinde olduğunu, küçük oğlunun ise 2 yaş sendromundan hala çıkamadığını, bir süre sonra büyük oğlunun gerçek ergenliğe gireceğini, küçük oğlunun ise ön ergenliğe, sonra küçük oğlunun gerçek ergenliğe, büyüğünün ileri ergenliğe ve bu sürecin hiç bitmeyeceğinden dert yandı. Epey bir gülüştük bu duruma. Ama tabii ki aile bireyleri açısından oldukça sancılı bir dönem.
Peki ergenlik dönemi neden bu kadar uzadı?
Gelin bunun nedenlerini hep birlikte düşünelim:
Aşırı çevresel uyarana maruz kalma
Cinsellikle ilgili uyaran fazlalığı
Gıdalar üzerinden alınan hormonlar
İklim değişiklikleri
Eğitim sürelerinin uzaması
Toplumsal yaşamdaki rol ve sorumlulukların değişmesi
Toplumsal değerlerin değişmesi
Sorumluluk almalarını engelleyen ebeveyn tutumları
Hiçbir zorluğa maruz bırakılmama
Başkalarının sürekli onun adına düşünmesi ilk aklıma gelenler diyebilirim. Bunların bir kısmı elimizde olmayan çevresel ve toplumsal nedenler ama çoğunluğu ebeveyn tutumlarıyla ilgili.
Cinsel uyaran konusu çağımızın problemi. Öyle ki, henüz ilköğretimi yeni bitirmiş çocuklar cinsel içerikli pek çok video ve görsele çok kolay bir şekilde ulaşabiliyor. Sosyal medya pek çok bilgiye sınırsızca ve her yerden ulaşma imkanı sağlıyor. Bu noktada ebeveyn denetimi çok kritik. Ek olarak çocuğumuzun neyi bilip, neyi bilmediğinin farkında olmalı, doğru bilgilendirmeyi ona bizler yapmalıyız. Küçük yaştan itibaren kurulan sağlıklı bir güven ilişkisi, bu kritik dönemde çocuklarımızın bize karşı açık olmasına yardımcı olur.
Helikopter ebeveynler
Bir diğeri de sorumluluk meselesi. Maalesef günümüzde, ebeveynler olarak ergen çocuklarımızın kendi davranışlarının sorumluluğunu almalarını, kararlarının arkasında durmalarını sıklıkla engelliyoruz. Çocuklar, sürekli kendi adına düşünen, tüm olasılıkları öngörüp, sorunları ortadan kaldıran, yaptığı her şey üzerinde söz hakkı iddia eden, helikopter misali sürekli tepesinde dolaşan birilerinin varlığı olduğunda; sorumluluk almayı, kimlik geliştirmeyi, değerlerini belirlemeyi, kendi gibi olup, hayata kendi penceresinden başlamayı beceremiyor.
Bu döngü nasıl kırılacak bilmiyorum ama bu şekilde çocuklara kötülük ediyoruz. Büyüdüklerinde, hayatın farkında olmayan, hiçbir şeyi ciddiye almayan, sorumluluk almayan, mutsuz, tatminsiz ve yetişkin-miş gibi görünen ergenler olarak kalıyorlar.
En son yazımda ihtiyaç çatışmasından bahsedince, çevremden “Bazen ihtiyacı mı var, yoksa istek mi karıştırıyoruz.” şeklinde yorumlar geldi. O zaman ihtiyaç ve isteklere bakalım.
Türk Dil Kurumu’na göre, ihtiyaç kelimesinin anlamı; gereksinim. İstek kelimesinin anlamı ise; bir şeye duyulan eğilim, talep.
İşin akademik kısmında ise pek çok teori var. Bunlardan en meşhuru sanırım, “Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi.” Bu kurama göre, insanın en temel ihtiyaçları; fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyaçları, ait olma ve sevgi ihtiyaçları, değer ihtiyaçları ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarıdır. Bunlar bizim hayatta kalmamızı ve yaşamımızı doyuma ulaşmış bir şekilde sürdürmemizi sağlayan ihtiyaçlar.
“Bu bizim için ya da senin için neden önemli? Ne işimize yarar?” Bu sorunun cevabı ihtiyacımızdır.
Peki istekler hangi noktada devreye girer? İstekler olmasa ne olur? İstekleri nereye kadar karşılamak doğrudur?
Sanırım isteklerimiz, bireyselleşmeye yani annemizden ayrı biri olduğumuzu keşfetmeye başladığımız andan itibaren şekillenmeye başlıyor. Peki istemek kötü bir şey midir? Tabii ki hayır. Yaşadığımız sürece, ihtiyaçlarımız gibi isteklerimiz de olacak. Bir insanın isteklerinin olmaması, yaşam enerjisinin yok olması gibi bir şey. Ancak istemenin sonu yok, önemli olan dozunu ayarlayabilmek.
Doyumsuz çocuklar kimin eseri
Çoğu zaman çocukların bitmek bilmez isteklerinden dert yanıyoruz. Ancak bu istekleri biraz da biz oluşturmuyor muyuz? İstemeyi, daha çok istemeyi bizden modelliyorlar. Çocuğum beni onlarca ayakkabım varken, elimde yeni ayakkabı kutusu ile eve girerken gördüğünde, ona “Yeterince oyuncağın var, bir tane daha oyuncak alamayız” nasıl diyebilirim?
Ayıramadığımız zamanın, oynayamadığımız oyunun telafisi bahanesiyle, kendi iç sesimizi susturmak için, sebepsiz yere aldığımız hediyelerle, isteklerinin çoğalmasını biz yaratmıyor muyuz? Ya da aman yoksun olmasın, başkasında gördü, onda da olsun diye, iyilik yaptığımızı sanıp, doyumsuz beklentiler oluşturmuyor muyuz? Yemeğini bitirdi, karnesinde takdir belgesi getirdi, sözümüzü dinledi diye verdiğimiz ödüllerle meşrulaştırmıyor muyuz daha çok istemesini?
Ebeveyn olarak bir görevimiz var ise, o da çocukların isteklerini değil, ihtiyaçlarını karşılamak.
Çocuğumda hangi değeri geliştirmek istiyorsam, kendi değerlerimi gözden geçirerek işe başlamalıyım.
İstekleri dengelemek, bekletebilmek neden önemli?
Otokontrol geliştirebilmeleri için,
Hedeflerini belirlemeyi ve hedefleri uğruna odaklı ve sabırlı çalışabilmeleri için,
Hazzı erteleyerek, olgun bir kişilik yapısı oluşturabilmeleri için,
Alternatifler üretebilmeyi öğrenebilmeleri için,
Çabalamayı deneyimleyebilmeleri için,
Duygularını kabul edip, baş edebilmeleri için önemli.
Sanırım istekler konusunda ebeveynlerin en zorlandığı konuların başında oyuncak geliyor. İkinci sıraya da telefon ve ipad kullanımını koyabiliriz. Burada da sınırlar devreye giriyor.
Peki isteklere nasıl sınır koyacağız?
Sınır koyulacak konu üzerinde, eşinizle hem fikir olun.
Çocukla da konuyu konuşup hem fikir olun.
Sınırlar çocuğun yaşı açısından makul, anlaşılır ve net olsun.
Ve en önemlisi kurallara siz de inanın ve uyun!
Öneri: Bu konuda, Walter Mıschel’in “Marshmallow Testi” kitabını okumanızı öneririm. Kitapta; isteklerini bekletebilen, irade gücü yüksek çocukların, hayatta nasıl daha başarılı oldukları anlatılıyor.
İnsan davranışlarının temelini, karşılanmış ya da karşılanmamış ihtiyaçlar oluşturur. En temel ihtiyaçlarımızı, fiziksel ve sosyal ihtiyaçlar olarak ikiye ayırabiliriz ki ben sosyal ihtiyaçlardan bahsedeceğim. Sevgi (sevme ve sevilme) ihtiyacı, ait olma (kabul görme) ihtiyacı ve ifade etme ihtiyacı bunlardan bazıları.
Özellikle küçük çocuklar, ihtiyaçlarını dile getirmeyi bilmedikleri için, farklı davranışlarla dışarı yansıtırlar. Gerçi biz yetişkinlerin de bu konuda iyi olduğumuz söylenemez! Mesela kızınızın, yeterli beslenmiyor olmasının nedeni, sizin yaptığınız yemekleri sevmemesi ya da size gıcıklık yapması değil, fazla kilolu olduğunu düşünüp, okuldaki arkadaşları tarafından kabul görmeye çalışması olabilir. Erken yaştan itibaren çocuklara ihtiyaçlarını ifade etmelerini öğretirsek, davranışlarını anlamlandırmamız da daha kolay olabilir.
Peki herkesin aynı anda bir ihtiyacı olduğunda ne yapacağız? Sonuç illa çatışmaya dönmek zorunda mı?
Öncelikle çatışmadan korkmak, kaçmak anlamsız. Çünkü yaşamın olduğu yerde çatışma da vardır. Üstelik sağlıklı çatışmalar, ilerlemeyi ve yeni fikirleri sağlar, ilişkileri geliştirir.
Ben dinlenmek istiyorum, çocuğum oyun istiyor
Ailede sorun olan konulara önce ihtiyaç çatışması mı, yoksa bir tarafın isteğini diretmesi mi diye bakmak, çözüm bulmayı kolaylaştırabilir. Örneğin, işten eve geldiniz. Çok yorgun ve halsizsiniz. Kısa bir süre sessizliğe ve ayaklarınızı uzatıp, kafanızı boşaltmaya ihtiyacınız var. Çocuğunuz ise tüm gün sizi beklemiş. Enerji dolu. Ve sizinle vakit geçirip, oyun oynamaya ihtiyacı var. Böyle bir durumda, sonuç genelde ne olur. Ya çatışma yaşanır ya da bir taraf kendi ihtiyacını göz ardı etmek zorunda kalır. Yani her koşulda mutsuzluk.
Peki sonu mutlu biten ihtiyaç çatışması olur mu?
Olur.
İlk adım; her iki tarafında ihtiyacının olduğunu fark etmek ve kabul etmekle başlamak.
İkinci adım; karşılıklı ihtiyaçları ifade etmek. (Çocuğun yaşı küçük ise ihtiyacını onun adına biz ifade edebiliriz.) Çocuğa karşı dürüst ve açık olmak.
Üçüncü adım; mevcut durumu, koşulları analiz etmek. (Eve geldim, saat 19:00. Ben dinlenmek istiyorum, çocuğum oyun istiyor, akşam yemeğini hazırlamalıyım, uyku saatini geçirmeden yatmalı gibi)
Dördüncü adım; en kolay çözülebilecek ihtiyacı öne almak ve bunda hem fikir olmak. (Ne oynayacağımıza karar verip, o hazırlık yaparken, dinlenmek için 15 dakika izin istemek veya oyun için süre koymak ve sonra dinleneceğimi söylemek gibi)
Beşinci adım; seçenekleri çeşitlendirmek. Yani farklı bir bakış açısı getirmek. (Örneğin, yemeği hazırlarken bir oyun geliştirelim mi? Müziği açalım, mutfak bir restoran olsun ve biz de şefler. Zamanla yarışıyor olalım ve hızlıca yemekleri hazırlayalım ne dersin? gibi…)
Sonuç; ihtiyaçları karşılanan iki taraf ve mutlu son.
Peki tüm bu süreç ne işimize yarayacak?
Her iki tarafın da ihtiyaçlarının karşılanmasına destek olmayı,
Demokratik bir aile ortamı yaratmayı,
Çocuğun da ihtiyaçlarını rahatlıkla ifade etmesini sağlamayı,
Çocuğun size güvenini pekiştirmeyi,
Her iki tarafın da kendini önemsenmiş hissetmesini,
Çocuğun farklı çözüm önerileri getirme kapasitesinin artmasını sağlayacak.
Denemek isteyenlerin, yorumlarını merakla bekliyorum…